12 Ocak 2013 Cumartesi

ROCK PRINCESS EBYRELLA'S DIARY

 
Benden öte… Benden ziyade…
 
 

           26 Aralık 1980… Günlerden Cuma… Sabah saatleri…
     O sabah karnında hafif bir sancı ile uyanmıştı Ayşe. Gaz sancısı da olabilirdi ama nihayetinde hamileydi ve doğuma da az kalmıştı. Bu yüzden evham yapmıştı. Eşi de iş için başka bir şehirdeydi. 18 aylık kızı ve annesi vardı yanında. Doğum sancısı olmadığına emindi ama yine de hastaneye gitse iyi olacaktı, bu ikinci hamileliğiydi ve bu sancı biraz yersiz gibiydi.
     Hemen annesine haber verdi, doktora gitmek için hazırlandı. Kızını da sıkıca giydirdi geçerken onu babaannesine bıraktı. Hastaneye gitti doktorunu buldu. Dr. Kayahan bey, muayene etmek için Ayşe’yi hemen odaya aldı. Doğumun başlamış olduğunu gördü. Hemen ameliyathaneyi hazırlamalarını istedi. Dışarıda bekleyen annesine doğumun başladığını söylediler. Altan hanım biraz heyecanla ve o zamanın imkanlarıyla Ayşe’nin doğum yapacağını diğerlerine haber vermeye çalıştı.
      Ayşe’nin sancısı giderek şiddetlenmişti. Daha önceki doğumu için dokuz saat sancı çekmişti ve nur topu gibi bir kız dünyaya getirmişti. Ama bu sancı gerçekten diğerinden farklıydı. Canından can koparmışçasına… Doktor biraz paniklemişti sanki daha fazla hemşire istedi yanına. “Çabuk olun çabuk” diye bağırıyordu. “Daha fazla hemşire lazım kese geliyor hazır olun” . Ayşe ne olduğunu bile anlamamıştı sadece korkunç bir acı içinde var gücüyle ıkınmaya çalıştı. Bir… İki… Üç… Ve Ayşe derin derin nefes alıyordu, doğum yapmıştı ama ne bir bebek ağlaması ne de ortada nur topu gibi bir bebek vardı. Birkaç kişinin anca elinde tutabildiği kocaman değişik bir şey… Bu doğurduğu neydi anlayamadı ve o kadar yorgundu ki soramadı bile… Doktorlar su kesesinin patlamadığını ve keseyle beraber doğum yaptığını söylemişti. Ayrıca tıp dilinde gerçekten fırlama diye adlandırılan bir bebek dünyaya getirdiğini söylemişlerdi. Bu bir örnek doğumdu. Keseyi dışarıda patlatıp bebeği çıkardılar. Bir kızı daha olmuştu Ayşe’nin… Hastaneye gelişi ve o keseyi doğuruşu 10 dk kadar kısa bir zamanda gerçekleşmişti ama ona saatler gibi gelmişti. Gerçekten yorgundu, bitkindi, doğumun en acılısını yapmıştı belki de. Ve bir kese doğurmanın şaşkınlığını hala üstünden atamamıştı. Ayşe’yi dinlenmesi için odaya aldılar. Bebeği hazırlamak üzere başka bir yere götürdüler. Annesi de çok heyecanlıydı. Dört torunu vardı ve hepsi de kızdı. Ondan mutlusu yoktu. Şimdi Ayşe’nin tek beklediği kocasıydı.
      Kocası haberi alır almaz İstanbul’a gitmek üzere biletini aldı. Bir arkadaşı da Mehmet’i yalnız bırakmamıştı. Otobüs hareket etmeden öce arkadaşı cam kenarında oturan Mehmet’e dönüp koridor tarafında rahat edemediğini cam kenarında oturmak istediğini söyledi. Mehmet çok iyi kalpli biriydi. Çünkü kendi de aynı sebepten dolayı özellikle cam kenarına oturmak için bilet almıştı ama asla arkadaşını kıramazdı. İstemeyerek de olsa yerini arkadaşına vermişti. Otobüs hareket etmişti. Mehmet bir an önce İstanbul’a gitmek, karısını, küçük kızını ve bebeğini görmek istiyordu. Mehmet ailesini düşünürken çoktan Eskişehir semalarına gelmişlerdi. Sonra gözleri kapandı Mehmet’in…
     Ayşe hastanede bebeğini emziriyordu. Özel odadaydı. Yalnız değildi. Eşi dostu vardı yanında heyecanla Mehmet’i bekliyordu. Bu saate kadar gelmesi gerekirdi ama hala bir haber yoktu. Televizyonu açmalarını istedi Ayşe… Sonra bir son dakika haberi girdi yayına… Eskişehir yakınlarında bir kaza haberi yayınlamaya başladı televizyon. Bu Mehmet’in otobüsüydü. Hayır hayır değildi olamazdı. Çünkü otobüste hayatta kalan kimse yok gibiydi. Bir anda buz kesti odanın içi. Ayşe’nin kucağından bebeği aldılar. Ama Ayşe emindi. Birazdan Mehmet o kapıdan girecekti. Televizyonu kapattılar. Odadan yavaş yavaş çıkan herkes bir şekilde Mehmet’e ulaşmaya çalışmaya başladı. Ayşe ise Mehmet’e kızmaya başlamış. Hala bu saate kadar gelmediği için söylenmeye başlamıştı
     Aradan ne kadar zaman geçti hatırlayamadı Mehmet. Nerede olduğunu da anlayamadı. Hastane mi, sağlık ocağı mı neresi bilemedi. Bir süre boş boş baktı etrafına… Neredeydi, buraya nasıl gelmişti, arkadaşı nereye gitmişti… Otobüsteydi en son Ayşe’sine ve kızlarına gidiyordu. Sonrası karanlık… Her tarafında kanlar vardı. Saçları yüzü gözü perişan haldeydi. Yanına gelen doktordan öğrendi kaza geçirdiklerini. Bir çok kişinin öldüğünü öğrendi. Hatta kendisinin bile… Son dakika nefes aldığını fark edince buraya getirmişler Mehmet’i… Arkadaşını soruyor bilen yok. Sonra öğreniyor ki cam kenarında oturanlardan kurtulan olmamış.
     Ayşe televizyonu açıyor tekrar. Edinilen son bilgilere göre ölenlerin isimlerini açıklıyorlar. Aşağıdan yukarıya doğru isimler geçmeye başlıyor. Şu ana kadar tanıdık gelmiyor kimse. Yanındaki herkes yüreği ağzında televizyona bakıyor. Ayşe “Aaaa bu bu Mehmet’in arkadaşı” diyor. İşte o an koca bir sessizlik çöküyor odaya. Birkaç isim sonrasında görüyor Mehmet’inin ismini herkes şoka giriyor. Doktorlar hemşireler konuyu biliyor ve atakta bekliyorlar. Oda bir anda Ayşe’nin kahkahaları ile inlemeye başlıyor. Çığlık çığlığa gülüyor Ayşe… Lohusa sendromuna kapılıyor, idrak edemiyor, kabullenemiyor ve film kopuyor Ayşe’de… Ve diğer herkeste…
     Mehmet, beyin kanaması geçirmiş, hemen müdahale etmişler, hayati tehlikeyi atlatmış ama hastaneden çıkamayacak gibi. Eşinin doğum yaptığını ve hastaneyi araması gerektiğini söylemiş. Bir şekilde iyi olduğunu haber vermeliydi. Oda telefonunu açan kişi Mehmet’in sesini duyunca çığlıklar atmaya başlıyor ve telefonu Ayşe’ye veriyor. Ayşe Mehmet’in sesini duyar duymaz “Ben burada doğum yaptım sen hala yoksun. Sen sarhoşsun! Utanmadan bir de arıyorsun” diye bağırmaya başlıyor. Telefonu elinden alıyorlar Ayşe’nin… Sakinleştirici veriyorlar. Mehmet’in iyi olduğunu öğrenince seviniyor diğer herkes bir tek Ayşe gerçeği kabul edemiyor. Doktorlar normal bir tepki olduğunu söylüyorlar. Mehmet karısının durumuna çok üzülüyor ve o halde tekrar yola çıkıyor her şeyi göze alarak ve sonunda hastaneye gidiyor. Ayşe Mehmet’i karşısında görünce anlıyor ya da kabulleniyor tüm olanları. Mehmet’i perişan halde karşısında. Aynı hastane de hemen Mehmet’i tedavi altına alıyorlar.
     Birkaç gün sonra Ayşe, Mehmet ve yeni doğan kızları hastaneden ayrılıp diğer kızlarını da alarak evlerine gittiler. Dördü için yeni bir hayat başlamıştı. Mehmet yeniden doğduğuna ve Allah’ın kendisini yeni doğan bebeğine bağışladığını inanıyordu. “Ben de 26 Aralık da doğdum” diyordu. Ayşe ‘de Mehmet gibi düşünüyordu. Bazı akrabalar ise, bu ikinci bebeğin doğum şeklini ve tüm bu yaşananları da düşünerek uğursuz olduğunu düşünüyordu. Hatta bir süre bu bebeği görmek istemeyenler bile oldu… Ama bu Ayşe’nin ve Mehmet’in umurunda bile değildi. Mutluydular.
 
İşte o gün ben doğdum!
 
Ben "Rock Princess Ebyrella"...
 
İyilikler prensesi, kötülükler efendisi...
 
Garip bir çarkın son dişlisi...
 
 
 
 

17 Ağustos 2012 Cuma

7- Om Sat-Chit-Ananda Parabrahma - MOOLA MANTRA



DİLEK (5 DUYU) MEDİTASYONU…

“Bu meditasyonumuzu özel bir mantra eşliğinde yapacağız. Sözleri bir çeşit dua gibi… Siz şu an sözlerini ya da anlamını bilmeseniz bile, bu meditasyonumuzda size çok yardımcı olacak. Şimdi alfaya inmenizi ve bir süre mantrayı dinlemenizi istiyorum”
Ben bu mantrayı dinlerken, size de biraz bundan bahsetmek istiyorum.
Bir çok yerde ve bir çok kişiden dinleseniz bile, ben UMA MOHAN’ın mantrasını sevdim. Belki de ilk ondan dinlediğim için. Ama inanın başkaları ya çok hızlı ya da çok ağır söylüyor. Yani ya mantraya yetişemeyip o moda giremiyorsunuz, ya da o yavaşlık sizi ağırlaştırıp bütün enerjinizi alıyor. Bu bir enerji ise ve pozitif olması gerekirse UMA MOHAN’dan dinlemenizi tavsiye ederim.

MOOLA MANTRA

Om Sat-Chit-Ananda Parabrahma
Purushothama Paramatma
Sri Bhagavathi Sametha
Sri Bhagavathe Namaha
Çok araştırdım vakti zamanında, çok dinledim, ezberledim hatta  yolda yürürken söyledim.  Tam olarak nasıl bir etkisi olduğunu size anlatmam çok zor. Çünkü ben ilk bu meditasyonu yaparken dinledim ve o an için huzuru buldum. Ama siz şu an bu şekilde dinlediğinizde size aynı etkiyi yapar mı garanti veremem.


Moola Mantra Anlamı **

Bu Mantra bir ismi çağırmak gibidir. Tıpkı bir kişiyi ismi ile çağırılınca gelip varlığını hissettiğimiz gibi, bu Mantra'yı söylerken Bağımsız Enerji tezahür eder ve kendini etrafınızda hissettirir. Evren eşzamanlı her yerde bulunduğu gibi, bu Yüce Enerji her anda her yerde belirebilir. Moola Mantra'yı derin bir saygı ve alçak gönüllülük hali içinde, içtenlikli söylendiğinde İlahi Mevcudiyet güçlenir.

 OM
OM sözcüğün 100 farklı anlamı vardır. "Söylendiğine göre başlangıçta yüce bir sözcük vardı ve her şeyi o yarattı" Bu "Söz", OM'du!  Sessizce derin meditatif bir haldeyken içinizde OM sesini duyabilirsiniz. Bütün Kâinat OM sesinden meydana gelmiştir. Başlangıçta bütün Kâinatı titreştiren (evrensel) ilk sestir. OM aynı zaman "yüksek enerjiyi çağırmak" anlamına gelir. Bu Tanrısal ses var olan her şeyi yaratma, koruma, yok etme gücüne haiz olup hayat ve hareket verme kabiliyetine sahiptir.

SAT
SAT , "Evrenin aynı anda her yerde ve her şeydeki formsuz, şekilsiz, araçsız ve vasıfsız var olan sureti" demektir. Var olmayandır. Evrenin boşluğu olarak algılanır. Evrenin statik bedeni olarak ta tanımlayabiliriz. Algılanabilen ve bir şekli olan her şey bu Yokluktan oluştu. Bütün algıların dışında kalacak kadar çok ince ve süptildir. Ancak yoğunlaşıp bir şekle bürününce görülebilir. Biz evrendeyiz ve evren içimizdedir. Biz tepki isek, Evren etkidir; etki kendini tepki vasıtasıyla belli eder.

CHİT
CHİT, Kâinatın sonsuz, her yerde ve her zaman her şeyde tezahür eden gücü olan Saf Bilinç'tir. Dinamik enerji veya güç olarak adlandırdığımız her şey ondan türemiştir. Herhangi bir form ve şekle bürünebilir. Hareket, yer çekimi, manyetize vs. olarak tezahür edebilen bilinçtir. Aynı zaman düşünce gücü gibi bedensel faaliyetler olarak da ortaya çıkabilir. Yüce Ruh'tur.

ANANDA
ANANDA, Evren'in sevinç, sevgi ve dostluk doğasıdır. Yaradılıştaki Yüce Enerji (SAT)'ı deneyimleyip Olan ile bütünleştiğinde veya Saf Bilinç (CHİT)'i yaşayınca, Tanrısal Sevinç ve Sonsuz Mutluluk (ANANDA) hali oluşur. Yüksek Bilincine bağlanınca yaşayabileceğin vecit halinin en tipik ve en muhteşem olan, evrenin temel özelliğidir.

PARABRAHMA

PARABRAHMA, Mutlak halindeki Yüce Varlıktır. Zaman ve mekân ötesindeki olandır. Evren'in Formlu ve Formsuz Öz'ü. Yüce Yaradan'dır.

PURUSHOTHAMA
Purushothama'nın çeşitli anlamları var. "Purusha" Öz veya Ruh anlamına gelir ve "Uthama" Yüce demektir; Yüce Ruh. Aynı zamanda, bize en Yüksek Âlem'den rehberlik eden gücün Yüce Enerji'sidir. Purusha'nın diğer bir anlamı da İnsan; "PURUSHOTHAMA", insanlığa rehberlik ve yardım etmek üzere ve sevgili Yaradılışa yakın olmak için, Avatar olarak enkarne olan enerjidir.

PARAMATMA
"PARAMATMA", canlı-cansız bütün yaratılanlarda ve her varlıkta baki olan Yüce İçsel Enerji'dir. İstenen her formda veya formsuz olarak her şeye nüfuz eden "Antaryamin"dir.  Nerede ve ne zaman olursa olsun istediğiniz her an rehberlik eden ve yardımınıza yetişen güçtür.

SRİ BHAGAVATHİ
SRİ BHAGAVATHİ, faal olan Yüce Zekâ, Güç (Shakti) olarak tanımlanan dişil yöndür. Yaradılışın Toprak Ana (Kutsal Ana) yönü ile ilintilidir.

SAMETHA
SAMETHA, birlikte, beraber demektir.

SRİ BHAGAVATHE
"SRİ BHAGAVATHE", Yaradılışın sabit ve daimi olan eril yönüdür.

NAMAHA
NAMAHA,  SAT-CHİT-ANANDA değeri taşıyan ve "OM" olan Evren'i selamlamak, secde etmek anlamına gelir. Aynı anda her yerde, hem sabit hem değişken olan, insan formunda veya formsuz olan Yüce Ruh; Dişil ve Eril formlara rehberlik edip yardım eden Yüce Zekâ ile tamamlayandır. "Daima varlığını ve rehberliğini ararım".
*Alıntıdır. (Tuba Küçükaksu)

 
İşte bu mantrayı dinledik bir süre. Sonra kulağımın dibinde hocamın bana bir şeyler söylediğini duydum “Sakın gözünü açma sadece dinle, şimdi gerçekten çok istediğin bir şeyi hayal etmeni istiyorum. Ev, araba, iş hiç fark etmez. Gözünde bunu canlandırmanı istiyorum. Ve o şey her ne ise, 5 duyunla hissetmeni istiyorum. Bir tek koku duyamayabilirsin o zaman ben sana yardımcı olacağım” dedi kısık bir sesle. Sanırım bunu daha sonra herkesin kulağına aynı şekilde fısıldadı.
Yalnız yaşıyordum ve gerçekten sahip olmak istediğim bir ev vardı hayallerimde. Bu ev İstanbul’da bir tanıdığımın eviydi. Bu evi satacaklarını duymuştum. İnan param olsa bir saniye düşünmeden alırdım bu evi. İşte bu evi hayal ettim ben.
Bağdat caddesinin paralelinde bahçe içinde güzel bir apartmana girdim. Bahçesinde rengarenk çiçekler var. Bir süre bahçede dolaştıktan sonra otoparka doğru gittim arabama bakmak için. Bir sürü 34 BE ile başlayan lüks  arabalardan arta kalan sıkışık bir yere park etmiştim ve iyi olduğundan emin olmak istedim. Her şey yolunda gözüküyordu. Sonra anahtarımı çıkardım ve apartmanın kapısını açıp içeri girdim. Asansöre doğru yürüdüm.  Asansör her zamanki gibi 6. Kattaydı, gelmesini bekledim. Bu arada posta kutuma baktım. Gelen faturaları, tanıtım broşürlerini topladım. Asansöre bindim ve 3. Kattaki dairemin önüne geldim. Kapımı her seferinde üç kere üst, üç kere alt olmak üzere kilitlerdim. Ama eve geldiğinde bu kadar çok kilit açmak sıkıntı yaratıyor. Kendi kendime söylendim ve içeri girdim. Önce ayakkabılarımı dolaba kaldırdım. Sonra çantamı kenarda duran pufun üstüne bıraktım. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım. Yatak odama geçtim, dağınık yatağımı düzelttim, sabah acele ile çıkmıştım evden her zamanki gibi... Sonra salona geçtim. Bir gece önceden kalan kahve fincanımı mutfağa götürdüm.  Etrafa yayılmış dergilerimi topladım. Salonun sağ tarafındaki bir alana yerden  biraz yüksek bir platform yaptırmıştım. Üzerine de minderler attım. Büyük bir dolap yaptırdım kitaplarım, cdlerim, çeşit çeşit içki şişelerim için… Sevdiğim her şeyi tek bir yere topladım. Evimin huzur köşesi… Müziğimi açtım. Mutfağa gidip tezgahın üzerinde duran bardağı makinaya kaldırdım. Camın önündeki çiçeklerime su verdim. Kendime bir kahve yaptım, bir yandan da bu aralar çok fazla kahve içtiğim için kızdım kendime. Mutfak masasının üzerinde duran keklerden yedim. Kahvemi içtim. O sırada mutfak dolabının kenarına takıldı gözüm. Tozlanmıştı. Mutfağıma turuncu renk hakimdi ve bu renk benim en sevdiğim renkti. Bu yüzden  biraz olsun tozlu olmamalılardı.  Mutfak camını açtım ve bir sigara içtim. En son ne zaman temizlik yaptığımı düşündüm. Sonra da temizlik yapmaya karar verdim.
Yatak odamdan başladım. Nevresim takımlarımı çıkartıp kirliye attım. Kirli giysilerimi ayırıp sepete attım. Odamın tozunu aldım. Odamı süpürürken, geçen gün yere düşen küpemin tekini de buldum.  Sonra bir güzel sildim kapısını kapattım. Sonra diğer odaları da aynı titizlikle temizledim. Banyoya geçtim. Çamaşır makinasını çalıştırdım. Banyomu siyah renklerde ve otantik bir tarzda yaptırmıştım. Duşun olduğu bölüm banyonun ayrı bir bölümünde bulunurken, jakuziyi de ayrı bir bölüme yaptırmıştım. Duş dışında hepsini bir güzel temizledim. En son duşun olduğu bölüme geldim. Duşun içini yine siyah ama diğer yerlerden farklı bir taşla döşetmiştim. Görüntüsü şiir gibi… Duş oldukça büyük ve özel bir sisteme sahip. İçinde müzik sistemi ve bir de ekranı var. Yalnız suyun oluşturabileceği kireç lekelerini pek hesaba katmamışım. O yüzden burayı temizlemek epey zamanımı aldı. Sonra süpürüp sildim ve kapısını kapattım. Sonra mutfağımı temizledim. Turuncu kapaklı dolaplarımı itinayla sildim. Zaten toplu olduğu için fazla zamanımı almamıştı. Aynı şekilde süpürdüm sildim. En son salona geçtim. Neyse ki her taraf derli topluydu burayı da dip köşe temizledim.  Ve artık evim pırıl pırıldı.
Sonra duşa girmeye karar verdim. Sevdiğim bir müziği ayarladım. Temizlik hissinin vermiş olduğu rahatlıktan olacak epey kalmışım içeride… Sonra çıkıp bir güzel eşofmanlarımı giydim. Banyoda ıslattığım yerleri kuruladım. Mutfağımın oraya gelince;
İşte bu sırada, elimi birinin tuttuğunu fark ettim. Hocam olmalıydı. Ama hiç irkilmedim hiç içinde bulunduğum ortamın dışına çıkmadım. Bir süre elimi tuttu ve sonra elimi alıp burnuma götürdü.
Derin bir nefes aldım. Evim mis  gibi kokuyordu. Nasıl anlatsam bilemiyorum, gerçekten çok fresh bir koku burnumdan içeri girdi bütün her yerimi sardı. Her yer alabildiğine temiz ve sanki parıldıyordu. Salonda çalan müziğimi kapattım. Yarım kalan kitabımı alıp, minderlerin üstüne uzandım. Küçük bir kadeh cardinal melon aldım yanıma. Bir süre sonra gözlerim iyice ağırlaştı biraz kapatmaya karar verdim. Meğer ne çok yorulmuşum. Sonra huzur içinde uyumuşum…
“Derin bir nefes… Hazır olduğunuzda gözlerinizi açabilirsiniz. “
Gözlerimi açtım, her yanım ağrıyor sanki. Yavaşça doğruldum ve bağdaş kurup oturdum. Klasik her meditasyon sonrası olduğu gibi deneyimlerimizi paylaştık. Hocanın ise merak ettiği kokulardı. Kimisi yemekte evlenme teklifi aldığını hayal ederken sipariş verdiği yemeğin kokusunu duymuş, araba hayal eden biri yeni araba kokusu ya da mazot/benzin kokusu duymuş. Benim gibi ev hayal edenlerden biri, yaptığı yemeğin kokusunu duymuş, ben ise yaptığım temizliğin kokusunu…
Sonra baştan sona düşündüm. 5 duyumu da kullanmıştım. Evimi toplarken dokunmuş, kekimi yerken tatmış, sonuçta her yerini görmüş, Müziği dinlemiş ve en son evimi koklamıştım. Zafer kazanmış gibiydim ve çok huzurluydum.
Benden mutlusu yok.
“Bu akşam ki meditasyonlarımızı tamamlandık. Buradaki deneyimlerinizi düşünün. Kendinizi nasıl hissettiğinize bakın. Ve devam etmek isterseniz haftaya Salı aynı saatte buluşalım.”
Ben her Salı, saat 19:00’da, tam bir yıl boyunca devam ettim. Hayallerim değişti bazen, gördüklerim değişti ama her Salı evime dönerken içimdeki o his hiç değişmedi. İnanın sadece o his için bile denemeye değer.
Ve o mantra inanın söylemeye değer.
MOOLA MANTRA
Oooom Saaaat-Chiiiiit-Ananda Parabrahmaaaaaaaaaaaaaa
Purushothama Paramatmaaaaaaaa
Sriiiiii Bhagavathi Samethaaaaaaa, Sri Bhagavathe Namahaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa
Hepinize iyi bayramlar...

16 Ağustos 2012 Perşembe

6- NE ARWEN, NE LEGOLAS... TEK GERÇEK TINKERBELL...





Bir şeyler hakkında yazmak enteresan bir konu. Konu belli, kelimelerim net olsa da bazen bir araya gelmedi mi gelmiyormuş onu anladım ve ilham denen bir şeyin gerçek olduğuna da inandım. Yazı yazmak bir mod işi… Ve açıkçası gerek gün  içindeki iş stresim, gerek akşamları yorgun uyuyakalışımdan mı nedir bilmem yazmak gelmedi içimden. Ama sonra fark ettim ki, güzel yerde kalmışım ve dedim hemen devam edeyim. 

MELEK MEDİTASYONU

Yine alfadayım. Bir önceki meditasyonun motivasyonsuzluğundan olsa gerek bu sefer zor indim alfa moduna. Güç bela girdiğim bu çakır keyif hissi seviyorum.

“Bir kumsalda hayal edin kendinizi. Denizin tam kıyısında… Ayak parmaklarınızın suya değdiğini hissedin. Ufuk çizgisine bakın. Tam denizle gökyüzünün birleştiği noktaya... Uzun uzun bakın bir şey düşünmeden. “

Ne enteresan bir durum. Bir anda söylenen her şeyin içinde oluyorsun. O suyun ayaklarına değdiğini gerçekten hissediyorsun. Hani hava çok sıcaktır ve saatlerce güneşlenmişsindir. Sonra o sıcaklık hissiyle denize koşarsın ve parmakların suya değdiğini anda bir anda ürperirsin ya… İşte o ürpertiyi bile hissediyorsun. Bence bu dış mekan hayallerde saatin çok önemi var. Hoca söylemiyor günün şu saati diye…  İşte o an sen kafanda yaratıyorsun saati. Ve işin içine ufuk çizgisi girecekse, bence gün batımı saati olmalı. Kızıl bir gökyüzü olmalı. Hafif meltem esmeli hatta. Tam gün batımı rakı balık tadında olmalı. İzmir’de olunca rakı balık önemli oluyor insan hayatında… Her türlü betimlerde kullanırsın rakıyı balıkla beraber…  Neyse işte o kızıl gökyüzünün  denizle fingirdeştiği yere uzun uzun baktım bende, ama bir şey düşünmeden duramaz ki insan. Bir anda Foça geldi aklıma. İngiliz burnunu bilir tüm Foçalılar… İşte tam orada buldum kendimi… “Keşke şimdi orada olsam” diye düşünürken,

“Ufuk çizgisinde parlak bir ışık göreceksiniz. İşte hep yanınızda olan meleğinizle karşı karşıya gelme vakti. Yanınıza çağırın. Onu tanıyın” dedi hoca.

Şimdi sanmıyorum ki kimse ömrü hayatında melek görmüş olsun. Yine burada hayal gücünüz, birkaç evinizde olan biblo ve Google da karşınıza çıkan birkaç melek resmi, bazı melek  figürlerinden esinlenmeniz gerekecek.

Melek denildi mi akla kocaman kanatları, rapunzeli andıran uzun saçları, mükemmel fiziği olan kanatlı dişiler gelir. Bunların erkekleri  de olsa, genelde azınlıktır ve tahmin edersiniz ki ilk akla gelen olmazlar. Benim için melek bir nevi elf gibi bir şey. Erkeği Legolas gibi, dişisi Arwen gibi… Yüzüklerin efendisini izleyenler ne demek istediğimi iyi bilir. İşte bu iki muhterem insana kanat takarsan melek olur misali… Ama açıkçası bir dönem Kuran (Türkçe) okumuş biri olarak, bir cinsiyetleri olmadığını biliyorum ya da ona inanıyorum. Uzun uzun o parlak ışığa baktıktan sonra yanıma gelmesini istiyorum. Merak ediyorum Arwen mi gelecek, Legolas mı?

Yavaş yavaş o parlak ışığın bana doğru yaklaştığını gördüm. Değişik yörüngeler çizerek geliyor. Biraz heyecan, biraz korku, biraz merak, biraz biraz değişik duygulardan ortaya karışık yaptırdım. Geliyor, geliyor,  geliyor, kalbim duracak gibi atıyor, atıyor, atıyor. Ve işte tam karşımda… Ne Arwen’e benziyor, ne Legolas’a… Şu an karşımda olan şey tam olarak TINKERBELL.

TINKERBELL, Peter Pan’in meleği, perisi, her şeyi… Bırakmış onu ve kayıp çocukları bana gelmiş. Üzerinde bu sefer yeşil yapraktan bir giysi yok. Yani nasıl anlatayım, Işıktan bir şeyler var. Minnacık bir şey. Öyle kaşını gözünü hatırlamıyorum. Tek aklımda kalan kanatları, parlak bir ışık, uçarken arkasında bıraktığı peri tozundan izler… Ve bu kadar az şey anlatabilmeme rağmen güzelliği kelimelerle anlatılmaz. Etrafımda dönmeye başladı. Her yanım ışıl ışıl... Öyle ki havalanıp uçmam an meselesi gibi hissettim. Bu arada bu meditasyonu yaparken baştan sona hissettiğim tek şey hipofiz bezimin yeriydi. Uyuşukluk, karıncalanma, bir ağırlık yani bilemiyorum ama işte tam o bezin olduğu yerde bir şeyler oldu hep. Bazen daha şiddetli hissettim bazen daha az ama orada bir kıpırdanma oldu hep. Bak bu hipofiz bezini yaz bir kenara inan önemli bir şey sonra ihtiyacın olacak.

“Şimdi meleğinizden isteyin, kalbinizde olanı” dedi

A ha inanamıyorum. Sonunda emelime ulaşacağım. Baştan beri gelme amacım buydu. Kalbimdekini gerçekleştirmek… Aklımdakiler oluyordu şimdi sıra kalbimdekilerde… Bir an bocaladım, toparlayamadım, ne isteyeceğimi bilemedim. Sora tek tek başladım sıralamaya. Dedim Eby yavaş gel kızım. Melek de olsa yüklenme. Sonra bir an gerçekten neyi en çok istediğimi düşündüm ve başladım kendisine anlatmaya.

“Şimdi kalbinizdeki dileği, meleğinizin uzattığı ışıktan küreye koyun” dedi.  Baktım meleğim bana bir küre uzatıyor. Aldım küreyi kalbimin hizasında tuttum , kapattım gözlerimi. Düşündüğüm küreye nasıl koyulur diye. Hoca da bir şey söylemedi. Ben hayalimde açtım küreyi tam ortadan. Sonra kalbime doğru tuttum. Kalbimden şelale gibi peri tozu kıvamında bir şeyler akıttım içine. Sonra kapattım sıkıca. İki elimin arasında tuttum ve gözlerimi açtım. Karşımda meleğim, elimde dileğim…

“ Şimdi elinizdeki küreyi meleğinize uzatın. Meleğiniz küreyi başınızın tam üstünden, beyninizin içine doğru yavaşça bırakacak. Meleğiniz bunu yaparken sizin dua etmenizi istiyorum. “ dedi hoca.

Ben Tinkerbell’e küreyi uzattım. Küre dediğimde öyle camdan falan sihirli bir şey değil. Sanki peri tozları bir araya gelmiş küre şeklini almış gibi.  Neyse Tinkerbell elimden aldı küreyi ve başımın üstünde uçmaya başladı.  Sonra tam üstünde durdu.

“Kalbimden geçen dileğim şimdi beynimde. Benim ve bütünün yüksek hayrına olsun hemen, şimdi” dedi hocam ve “Siz bu duayı ederken , meleğiniz istediğinizi yerine getirecek”

Duamı ederken, beynimde korkunç titreşimler hissettim. Sanki beynime bir şey yüklüyorlar. Gözümle gördüğüm manzaranın ise tarifi yok. Tepemden aşağı ışıl ışıl bir şeyler dökülüyor. Ayaklarım yere basmıyor. Huzurun doruklarındayım. Nirvana’ya ulaştığımı hissediyorum. Öyle bir his ki, sanki uyandığımda hayalimin gerçekleştiğini göreceğim.

Bir süre hocadan hiç ses çıkmadı. Bende hiç onun güzel sesini duymak istemedim. Ama her zaman ki gibi en güzel yerinde “ Meleğinize teşekkür edin ve onun görüntüsü ile vedalaşın ama sakın gidişine üzülmeyin, bilin ki hep yanınızda” dedi

Vedalaşmadım ben. Hiç sevmem vedaları. Bir önceki meditasyonda da zorlanmıştım zaten. Geldiği gibi gitmesini istedim. Bir anda İngiliz burnunda olduğumu ayak parmaklarımın suda olduğunu fark ettim. Meleğim yörüngeler çizerek ufuk çizgisine doğru giderken, yüzümde bir gülümsemeyle izledim onu. Hiç konuşmadım onunla. Ufuk çizgisinde yine parlak bir ışık olarak durdu bir süre sonra küçüldü küçüldü küçüldü… Be gözden kayboldu. Geriye kalan peri tozlarının kaybolmasını bekledim. Artık ışık yoktu. Sadece kızıldan koyu laciverte dönmekte olan gökyüzü kaldı geriye.

“Derin bir nefes ve hazır olduğunuzda gözlerinizi açabilirsiniz”

Uuuuffffffff !!! Ve gözlerim açıldı.

Yine hocamızla deneyimimizi paylaştık. “Fiziki olarak ne hissediyorsunuz” dedi.

İlk ben cevap vermek istedim. “En başından beri bu meditasyonu yaparken alnımın oralarda bir yerlerde bir şeyler hissettim. Ve hala hissediyorum” dedim.

İşte arkadaşlar hipofiz bezi ile tanışmam ve ne derece önemli olduğunu anlamam bu sayede olmuştur. Şu an bunları yazarken de aynı yerde aynı his var. Ve bu doğru yaptığımın ispatıdır ben buna inanıyorum.

O günden beri  Tinkerbell’e inanıyorum. Ve hep yanımda olduğumu biliyorum. Bazen konuşuyorum onunla, dileklerimi gerçekleştirmekten vakit buldukça…

Ve ben hep aynı duayı ediyorum her dileğimde

“BENİM VE BÜTÜNÜN YÜKSEK HAYRINA… OLSUN, HEMEN, ŞİMDİ…” 

Son meditasyonumuz

DİLEK (5 DUYU) MEDİTASYONU…



Coming Soon.

12 Ağustos 2012 Pazar

5- GÜLLERİN İÇİNDEN CANIM, KOŞARAK KOŞARAK GEL BANA GEEEEEEEL ...




GÜL MEDİTASYONU…

Bu meditasyon daha çok aşk meşk üzerine yapılan bir meditasyon. Google da yaz gül meditasyonu diye,  göreceksin.  Hayalindeki erkek/kadın  üzerine kurgulanmış bir meditasyon türü. Ama bizim yaptığımız gül meditasyonunun, aşk meşk dedikodu ile hiç alakası yok. Format aynı da konular farklı. Bizim hoca da feminist olmalı… Hiç love story yaşatmıyor bize. Neyse ki aynada çözdüm ben olayı… Kocayı da çocukları sığdırdım oraya. Yoksa hiç hayalini kurdurtmayacak.

Bu arada bu beş duyu olaylarına ne zaman gireriz diye sabırsızlanıyorum.  Hala ses seda yok…

Uf Uf Ufffffff, Uf Uf Ufffffff, Uf Uf Ufffffff, ve yine alfadayım.

Artık on beş kere nefes alıp vermeme gerek yok, üstadı oldum bu işin, sekiz dokuz alfadayım. Hala giremeyen arkadaşların nefeslerini duyuyorum. Amma uzun sürüyormuş yahu. Kabiliyetsizler diye düşünüp bir güzel de aşağılayacak kadar üstün görüyorum kendimi. Yavaş yavaş sessizlik hakim oldu, sanırım başlamaya hazırız.

“Bir gül hayal edin sevdiğiniz renkte, gonca gül seviyorsanız gonca olsun, kocaman gül isterseniz öyle hayal edin, Tek bir gül olsun sadece ve tutun ellerinizde” dedi güzel sesli hocam.

Buyur buradan yak. Gül derken ben sırıtmak gibi bir şey anlamıştım. Ben gül sevmem ki… Alerjim var benim. Düşünürken bile hapşırabilirim. Üff resmen kokusu geldi burnuma. Değil tutmak yaklaştırmam on metre yakınıma. Neyse alfa bana bir kıyak yapar herhalde, şu koku olayını çözersek sorun yok. Bir de ne renk tutsam acaba. Tek bildiğim kırmızı gül olmaz nefret ediyorum, sarı ayrılık derler, mavi gül tutsam o da çok varoş geliyor bana en az kırmızı gül kadar… Pembe gül desem fazla romantik bana gitmez.  En temizi, en güzeli beyaz gül… Gülden yana seçme şansım varsa kesinlikle beyaz olmalı. Bu arada pıt diye avcumun içinde bir gonca gül beliriverdi. Öyle sapı falan yok minnacık bir şey.  Aman ne güzel dedim süpersin alfa sevdim seni. İyi hoş tuttum evirdim çevirdim koklamaya çalıştım sonra sıkıldım. Ne yapacaksam bu gülü kaldı elimde…

“Şimdi gülü olduğunuz yere bırakın ve yavaş yavaş büyütün. Öyle büyük olsun ki içine girecek kadar kocaman olsun. Sonra gülün içine girin yaprakları arasında dolaşın. Dokunun, hissedin, koklayın. Biraz tek başınıza zaman geçirin”

Hoppalaaaa. Şu ana kadar hapşırmayan ben, kesin arka arkaya kriz geçireceğim. Değil herkes,  alfa bile kendi modundan çıkacak hatta bir daha beni içine almayacak. Neyse dedim hayal bu yahu ona göre ayarla kendini… Bir sağ ayak, dedim bismillah, girdim içeri. Ay nasıl beyaz nasıl temiz, nasıl aydınlık anlatamam. Güneş gözlüğü ile dolaşsam yeridir. Dolandım durdum, gezdim tozdum, ince ince kokladım. Epey büyükmüş içi ama her yer birbirine benziyor anlamıyorum neredeyim. Gitmediğim yer kaldı mı, aynı yerden beş kere mi geçtim bilemiyorum.

“Şimdi hayatınız boyunca sizi gerçekten kıran, üzen, sinirlendiren, canınızı yakan kim varsa çağırmaya başlayacağız. Ölmüş olabilir, küs olabilirsiniz veya sürekli yüz yüze baktığınız birileri olabilir. Onları gülün içine alacaksınız tek tek ve bugüne kadar söylemek isteyip de söyleyemediğiniz ne varsa her şeyi söyleyeceksiniz. İlk kişiyi çağırın”

Şimdi kesin herkesin aklına eski koca, eski sevgili, kazık atan arkadaşlar, dost sanılan düşmanlar gelir. Bende bekliyorum bu kadrodan bir arkadaş gelsin. Hayır yani ciddi küfür edecek falan birileri var. Gelsin de şöyle bir ağız dolusu “Allah belanı versin” deyip basayım kalayı…  Bakıyorum  kim geliyor diye… Ve gülün yaprakları arasında beliriverir mühim kişi. Ben şoktayım. Yok canım sen nereden çıktın, ne işin var burada sen git şimdi yeri değil, başkası gelecek diyorum içimden. Yok gitmiyor, geldi karşıma dikildi.

Benim canımdan çok sevdiğim, uğruna herkesi feda edebileceğim, koskoca ailem bir yana, sen bir yana dediğim, onsuz nefes bile alamayacağımı bildiğim, beni bir gün olsa aramasa merakımdan öldüğüm, bana birazcık kızsa,  küsmesinden korktuğum, ne zaman aynı evde kalsak, o olmadan uyuyamadığım, onsuz bir dünyada yaşamayacağım ve bir gün ölse ardından benim de canımı alsınlar diye yalvaracağım kişi…

Çok sevgili Anneannem…

Tam karşımda ve bana bakıyor dikmiş gözlerini. Söyleyeceklerimi dinlemek üzere gelmiş. Ne söyleyeceğim ki… Hocanın tarif ettiği kişi değil. Kaldı ki hocanın saydığı özelliklerde bir sürü isim geçmişti aklımdan. Neden sen geldin anlamıyorum. Sana hiç kızmadım ki…

Öyle bakarken suratıma başladım konuşmaya… “Sen neden geldin anlamıyorum anneanne? Sen benim canımı acıtmadın ki… Sana kızgın da değilim. Sen mi kızdın. Gerçekten anlamıyorum.  Senin mi bana söyleyeceklerin var, tamam olur sen başla, belli ki kırmışım üzmüşüm seni. Hay Allah ya ne yaptıysam bak bilmeden yaptım, gerçekten özür dilerim. “ diye başladım konuşmaya. Sonra dedim bu kadın boşuna gelmedi içten içe kızgın olabilir miyim diye… Sonra bir iki bir şey bulup başladım ben anlatmaya, madem geldi dur boşuna gelmiş olmasın diye.

“Anneanne, düşünüyorum sana kızgın olabilir miyim diye? Ama bana kazık atmışlığın yok açıkçası. Sadece bazen düşünüyorum. Beni öyle sahiplendin ki sen… Ufacık tefecik zamanımdan beri annem kadar sahiplendin. Dört torunun içinde hep bir ayrı tuttun beni. Bu da beni çok mutlu etti. Yanımda olduğun zamanlarda etrafımda dört döndün. Her şeyime sen koşturdun. Koca kazık oldum yine de yemeğimi sen yedirdin, ütümü sen yaptın, ne zaman istesem akşam bara bile sen götürdün beni. Rakımı bile seninle içtim. İlk, sigara içtiğimi sen bildin. En büyük sırlarımı sen sakladın. Sırf beni mutlu edebilmek için ailemin yasak dediği şeyleri bile gizli gizli seninle yapabildim. Nereye baksam seni gördüm. Kolum kanadım, elim ayağım, kalbim beynim oldun. Hayata hazırlamamış olabilirsin belki beni. Hatta evet hiç hazırlamadın. Eby sensiz bir hiç olmuştu. Foça’da yaşamaya karar verdiğinde önceleri şaka gibi gelmişti. Ailem de oradaydı.  Ama gözlerinde bana olan sevgin kadar gitmek istediğini gördüm ve çok olgun bir kız gibi davrandım ve bu kararını destekledim. Hatta ara sıra gelmek istediğinde de artık gelmemen gerektiğine inandığım için istemedim seni. Yapabilirim dedim. Yalan söyledim. Gittiğin günden beri her gece ağladım. Çünkü ben sen olmadan uyuyamazdım. Çok uykusuz geceler geçirdim senin yüzünden. Yemek yemedim günlerce. Sensiz bir yere gidemedim. Yaşadığım güzel şeyleri ya da kötü şeyleri de paylaşamadım. O evde küçücük aciz bir kız çocuğu bıraktın, bakamadım kendime. Ergen de olsam bazı gerçeklerle yüzleşmek için küçüktüm. Bu yalnızlığı omuzlamak için de küçüktüm. Kendime bakamayacak kadar küçüktüm, çünkü sen hiç büyümeme izin vermedin. Bak şimdi yaşadığım hayata. Dağ gibi güçlü dimdik yıkılmaz duruyorum. Bir kız çocuğu değilim artık. Ben kendimi büyüttüm ama bak kocaman yaralarım var artık. Sensiz yaşamaya da alıştım. Yemek yapmasan da karnım doyuyor. Sırlarımı paylaşacağım arkadaşlarım var. Sen Foça’da kal. Beni düşünme. Arada sırada ara yeter. Bu arada yastıklardan sen yaptım bir tane. Artık sarıldım mı uyuyabiliyorum.  Biraz hasar bıraktın ama yine de burada sen olmamalıydın”

“Şimdi karşınızdaki kişi ile aranızda görünmez kordonlar olduğunu düşünün. Sizi birbirinize bağlayan kordonlar… Kalbinizden, kollarınızdan, karnınızdan, kafanızdan, bacağınızdan her yerde bu görünmez kordonlardan var. Şimdi elinize keskin bir şey alın ve bir hamlede kesin o kordonları, koparın bağları… Seni her şeye rağmen affediyorum. Artık bana zarar veremeyeceğini biliyorum. Şimdi aramızdaki tüm bağı koparıyorum. Şimdi git ve ben istemedikçe geri dönme” Bu sözleri vedalaşırken söyleyin ve kordonları kesin. Daha sonra varsa diğer kişiyi çağırabilirsiniz.

“Anneanne, bana isteyerek zarar vermedin. Seni öyle çok seviyorum ki… Affedilecek bir durumumuz yok. Neden geldiğini de anlamış değilim. Seni seviyorum ve sana bağımlı olmak istemiyorum. Bu yüzden bu kordonları seve seve kesip, kendimi yep yeni bir hayata hazırlamak istiyorum. Hazırsan kesiyorum bağlarımızı…” Elimde Hattori Hanzo kılıcı gibi bir kılıç… Hattori Hanzo kılıcı KILL BILL izleyenler bilir, filme konu olmuş, mermiyi bile ikiye bölen öyle acayip keskin, çok şık ve çok kıymetli bir kılıç. Neyse işte Hattori Hanzo kılıcını bir savuruyorum. Ne kordon kalıyor ne bağ. “ Şimdi git anneannem ve ne zaman istersen gel” diyorum ve ilk kişiyle vedalaşıyorum.

Arkadan iki kişiyi daha çağırıyorum. Onlar kafamda belli zaten. Aynı düşündüğüm gibi “Allah belanı versin” diyerek başlıyorum. Küfrün bini bin para… Ne kelimeler, ne cümleler kuruyorum ama inanamazsın yani. Akla hayale gelmeyecek türden cümleler. Kordonu kesiyorum bağı yırtıyorum. Yetmiyor kelleyi alıyorum. Off Kill Bill’in en vahşet sahnesi gibi ortalık. Öyle veda konuşması, affetmeler falan hak getire baya diyorum ki canın cehenneme defol git, geri gelme…” 

Ama bu gül meditasyonu bana göre değilmiş, başından anladım alerjim var çünkü…  Yani amacı neydi anlamadım açıkçası. Affetme mi, unutmama mı, kabullenme mi, nedir yani olayı çözemedim. Ne doğru insan geldi, ne ben birilerini affettim, ne de uğurlar olsun buyur kapı dedim. Aksine kan gövdeyi götürdü en hayalisinden. Amacına uyduramadım ben ya…

“Son olarak küçüklüğünüzü çağırıyoruz. Sizin 5-6 yaşlarınızdaki halinizi çağırın. Onunla koşun , oynayın gezin, konuşun, sarılın, o güne dair özlediğiniz ne varsa gerçekleştirin”.

Şimdi benim küçüklüğüm diye söylemiyorum ama çok güzel çocuktum ben. Etrafımdakilerin söylemesini geçtim, son derecede bunun farkında olan bir çocuktum. Beş yaşındaki halim özellikle…. Offf diyorum… Bir kızım olsun her hali benim beş yaşım gibi olsun, o kadar yani… Neyse çağırdım ve geldi koşarak ve sonra kucağıma zıpladı. Nasıl da güzel ve masum. Çok güzel gülümsüyor. Sormuyorum ne yapmak istersin diye çünkü biliyorum. Koşuyoruz deli gibi gül yaprakları arasında bağıra çağıra. O koşuyor ben peşinden gidiyorum. Yakalıyorum. Gıdıklıyorum. Sıkıca sarılıp öpüyor beni.  İç çekerek bakıyorum ona, o yaşıma dönebilsem keşke… Sonra onun gözlerine bakabilmek için dizlerimin üzerine çöküyorum. “Eby, sen çok güzel bir çocukluk yaşadın ve ben bugün sana baktığımda senin bir takım değerlerini koruyamadığımı gördüm. Seni üzdüm, seni yordum, seni mutsuz ettim. Beni affet ve hep bu halinle yanımda ol, ve bana güven her zaman. Sana çok iyi bakacağım ve mutlu olman için elimden geleni yapacağım. Gitme, hep içimde ve beynimde ol. Çocukluklarınla bana varlığını hissettir. Birazdan gitmen gerekecek ama lütfen fazla uzaklaşma. Seni çok seviyorum”

El sallayarak çıktı yaprakların arasından. Artık yalnızım ama mutluyum, şu minik eby bana iyi geldi. Yine de yalan söylemeyeceğim.  Sevmedim bu gül meditasyonunu.

"Üç dediğimde nefes verin ve hazır olduğunuzda gözlerinizi açın."

Hoca yine deneyimlerimizi sordu. Herkes bir rahat bir mutlu… Ben açıkça söyledim sevmediğimi, istediğim gibi olmadığını. İstediğim kişilerin gelmediğini, anneannemin geldiğini ve ona nasıl taptığımı söyledim. “Bir şeyi yanlış yapmış olmalıyım” dedim. Hoca da bana “Bilinçaltında kızdığın şeyler olmalı. Bahane bulma ve bunlarla yüzleş” dedi.

“Hadi oradan yaa, saçmalama. Hayret bir şey ya… Tapıyorum kadına diyorum sen ne diyorsun. Ay sinir oldum sana çekip gideceğim şimdi. Dandik meditasyon demiyorsun da kalkmış ne diyorsun bana”

“Hazırsanız yeni meditasyonumuza başlayabiliriz. Hazırsanız uzanın lütfen”

“Bu da dandik çıkarsa çeker giderim. Öğrendim de alfa moduna girmeyi, ben evde kendim yaparım meditasyonumu”

Neyse haydi ön yargılı olmamak lazım. Bu daha iyi olacak inanıyorum.


Sıradaki meditasyon MELEK MEDİTASYONU.







8 Ağustos 2012 Çarşamba

4- AYNA AYNA SÖYLE BANA VAR MI BENDEN HAYALPEREST BU DÜNYADA :)




AYNA MEDİTASYONU


Şimdi hemen şu ayna meditasyonu ile ilgili bir not düşmek istiyorum. Bir çok yerde bu ayna meditasyonu  değişik uygulanıyor. Ayna karşısına geçiyorsun. Gözlerinin içine bakıyorsun iyice. Sonra bu aynadaki  yansımanın senin gözlerinin içine baktığını hayal ediyorsun. Yani işte terse çeviriyorsun olayı. Böyle bir değişim oluyor, güçlü bir enerji akımı olduğunu hissediyorsun.  O zaman gözlerindeki enerjiyi hissediyorsun. Nasıl bir güç anlatamam hatta biraz da ürkütücü… Şu an için bunu geçelim.

Benim ayna meditasyonum daha farklı. Harry Potter izleyenler bilirler. Harry böyle koca bir ayna karşısında durur tek başına. Ama aynadaki görüntüsünde anne babası da vardır. Gülümseyerek bakarlar Harry’e… Kısaca Harry hayatına dair olmasını istediği ne var ise, işte onu göstermektedir ayna. Benim meditasyonum böyle bir şey.

Alfa modunun hafifliği ile yatıyorum mavi minder bulutlarının üstünde.  Hocadan gelecek komutları bekliyorum. “Şimdi karşınızda kocaman bir ayna duruyor. Tam karşısına geçin. Ayna  çok büyük ve gösterişli. Şimdi o aynada olmak istediğiniz ortamı, yanınızda olmasını istediğiniz insanları, hatta hangi mevsimde olmak isterseniz onu hayal edin ancak kendinizi bu aynaya sakın sokmayın” dedi.

Hoop ayna karşımda. Bu arada normalde biri bana dese ki kapat gözlerini şunu gör bunu hisset, mümkün değil. Ama bu alfa modunun yüceliğinden olsa gerek hoca ne dese film izler gibi geliveriyor sahneler gözümün önüne. Yüzüm dışında tabi…  Neyse Harry Potter izlediğimden olsa gerek aynı onun aynası geldi karşıma. Ben biraz daha büyüttüm ebatlarını o kadar. Kafamda onca sahne var hepsini sığdırmam gerek.

Kocaman bir ev hayal ettim. Nasıl desem çok dönüm arazi üzerine kurulu. Ucu bucağı olmayan  yeşilin üzerinde bir ev…  Etrafı beyaz çitlerle çevrili.  Türlü türlü meyve ağaçları var. Bahçenin arka tarafında olimpik yüzme havuzu ebatlarında bir havuz… Yalnız hiç sevmem şu havuzları mavi taşla kaplıyorlar da su mavi gözüküyor ya. Ben değişik taşlar hayal ediyorum. Böyle beyazdan başlıyor sonra yeşilin en açığından başlayıp birkaç ton koyulaşıyor içi. Nasıl güzel gözüküyor. Zannedersin tropikal adaların eşsiz suları… Klor oranı bile geçiyor aklımdan. Ablam, havuz suyu yani klor saç rengini bozuyor diye havuza girmez de… Ablam da girebilsin istiyorum. Havuzun etrafında beyaz tahta şezlonglar var. Bahçenin başka bir yerinde kamelya hayal ettim. Beş çaylarımı içeceğim, kızlarla dedikodu yapabileceğim bir yer lazım dedim.  Bahçenin bir yerinde kocaman çocuk parkı var. Kızımla, oğlum işte burada diledikleri gibi oynasınlar istedim. Şu an oğlumun doğum günü kutlanıyor bahçede… Ne iyi etmiş de almış kocam bu evi diyorum. Bu arada kocamı arıyorum sağda solda… Bahçede yok, evin içine giriyorum. Bu ev benim cennetim gibi… Zengin İngilizlerin evleri gibi… Bir kere mobilyalarım beyaz eskitme… Tek kişilik chester koltuğum evin en aydınlık penceresinin önünde duruyor. Genelde kitap okuyorum burada ama koltuğun üzerine ne zaman baksanız son sayı maison française dergisini görebilirsiniz. Bu dergide inanın çok güzel şeyler var. Evi döşerken bana çok yardımcı oldu. Aslında  Laura Ashley sayesinde bu ev böyle cennet gibi oldu.  Bu arada aynaya girmem yasak  ama iste ben kendimi dahil etmesem de kocamı arıyorum. Sonunda kızımın odasında buldum onu. Kızımla beraber kardeşine aldığı hediye için son hazırlıkları yapıyorlar beraber. Kocamın da yüzü yok maalesef. Çok uzun boylu değil, ideal boylarda desem yeridir. Kumral sanki. Ay öyle cılız da değil, sanki benim sevdiğim gibi biraz göbeği mi var ne… Neyse birazdan aşağı inerler ben bahçeye çıkayım bari.

Bu ne kalabalık… Ne çok seveni varmış oğlumun. Anneanne, babaanne, dedeler, teyzeler, halalar, dayılar, amcalar, kuzenler, arkadaşlarım, arkadaşlarımın çocukları… Off diyorum bu ne güzel manzara da ben niye yokum acaba. Öldüm mü ki ben ondan mı yokum. Çok oldu herhalde öleli ki insanlar yokluğuma alışmış nasıl da eğleniyorlar. Yok ya saçmalama eby diyorum bozma bu anı kesin bir yerlerdesin çıkarsın birazdan. Garaja bakıyorum arabam orada. Hımm belli ki bir yere gitmemişim. İş yerinde mi sorun çıktı acaba ? iyi de ben home office çalışıyorum. Çatı katını kocam iş yerim olarak düzenledi. Bir düğün organizasyon şirketim var. Oranın başında ablam duruyor. Ama bugün o da burada. Sorun olsa ilk onu ararlar diye düşünüyorum.  Allah Allah ben bu meditasyonlara  neden bir türlü kendimi dahil edemiyorum ki…

“Ayna’ya girmeye hazır mısınız” diye bir ses duydum sonra. Nasıl heyecanlandım anlatamam. Bir an önce girip herkese merhaba demek istiyorum. Oğluma sarılıp doğum günü hediyesini vermek, kızımı kucağıma alıp kardeşiyle beraber aynı anda mumu üfletmek istiyorum. Kocamın da yanımda olup bana sıkıca sarılmasını istiyorum. Artık kocam kimse…  İçimden bağırıyorum “Hazırıııııım” diye

“Haydi bakalım artık aynaya girebilirsiniz” Sağ ayakla gireyim diyorum haydi bismillah ve hoop aynadayım. Giymişim üstüme pembe şifon minicik çiçekleri olan bir elbise. Saçlarım belimde sapsarı bir güzelim ki sormayın yani… Sanki hep ordaymışım gibi herkesle gülüşüp  konuşuyorum. Oğlum koşarak geliyor yanıma anne diye, sonra babası ve kızım da geliyor. Oğlum sanki babasına benziyor kumral, çok da yakışıklı, kızım biraz ben biraz baba sanki. Öyle havuç denilecek kadar olmasa da hafif kızıl kahve tonlarında saçları var. Ama oğlumun da kızımın da gözleri kesinlikle bana benziyor. Sarıya kaçan ela… Bu arada dudaklar da aynı anne… Çocuklarım resmen Ayşegül serisi kitaplardaki çocuklara benziyor, o kadar gerçek dışı bir güzellikteler ki... Ne iyi etmişim de doğurmuşum diyorum.

“Şimdi aynadan çıkın ve sağ tarafınızdaki diğer aynayı görmeye çalışın” Bu ses hocamın sesi… Tam da pasta üfleyecektik neden çıkıyorum ki şimdi aynadan diye söylenmeye başladım. “Siz devam edin” dedim çıktım aynadan. Yine kocaman bir ayna var içi simsiyah. Kendimi falan görmüyorum hatta hiçbir şey görmüyorum. Ne biçim ayna bu? “Şimdi dikkatlice o aynaya bakın ve az önce içinde bulunduğunuz aynada gördüklerinizin tam tersini görün” Haydaaa bu da nereden çıktı diyorum. Bir ilk aynaya bakıyorum herkes yerinde çok şükür. Diğer aynaya bakıyorum. Yalnızım, kış gibi bir mevsim. Belli ki üşümüşüm . Kendime sarılmış yürüyorum yolda. Yağmur yağıyor sırılsıklam olmuşum öyle gidiyorum. Ne bir ev ne mutlu yuva, ne çocuklarım hiçbir şey yok. Sadece yürüyorum. Dikkatinizi çekerim bu aynada ben hayal kurmuyorum artık. Hoca tam tersi dedi ya alfa modu hemen getiriverdi gözümün önüne eksik olmasın. “Ayaklarınızın dibinde duran bir sopa var, o sopayı elinize alın ve iyice kavrayın iki elinizle ve o içinde olmak istemediğiniz aynayı kırmaya başlayın. Arka arkaya vurun parçalayın” demesiyle bakıyorum ayaklarımın dibine. Kocaman bir sopa var hemen alıyorum elime. Ayna kırmak uğursuzlukmuş falan umurumda değil. Başlıyorum aynayı kırmaya. Bam güm giriştim aynaya. Zerre ayna kırıntısı kalmayana kadar defalarca vurdum. Bir yandan da üzerime bakıyorum elbisem kirlenmesin diye ama elbise falan yok üzerimde o iğrenç aynadaki görüntümü görüyorum. Bakıyorum aynaya, sadece çerçevesi kalmış. Epey yorulduğumu fark ediyorum. Öyle boş boş aynaya bakarak beklemeye başladım ne olacak  acaba diye. Bir süre sonra “Şimdi ilk aynaya geri dönün birazdan saymaya başlayacağım. Üç dediğimde derin bir nefes vereceksiniz ve hazır olduğunuzda gözlerinizi açın”

Hemen aynaya döndüm. Yine elbisem üzerimde saçlarım uzun belime kadar sapsarı. Ailem, çocuklarım, biricik kocam… Pasta bıraktığım yerde üflemeye hazırız. Oğlum kucağımda, kızım babasının kucağında… Pasta tam ortada. Herkes karşımızda. Fotoğrafçı da hazır. “Biiiiir, İkiiiiii, Üüüüüüç derin bir nefes… Hazır olduğunuzda gözlerinizi açabilirsiniz” Of ya olamaz bir bir nefes verdiklerini duyuyorum. Ben ise nefesimi tuttum resmen, verirsem her şey bitecek.  O sırada pastayı üflüyoruz. Kocaman bir alkış kopuyor ben oğlumu öpüyorum doya doya, sonra babası alıyor kucağına önce öpüyor sonra hediyesini veriyor. Ben kızıma sarılıp öpüyorum. Sonra kocama bir öpücük. Kimse anlamıyor ama ufak ufak vedalaşıyorum ve aynadan çıkıyorum. Döneceğim ama kararlıyım. Nefesi verdim önce, gel gelelim gözümü açamıyorum. Açmak istemiyorum. Neyse güç bela açtım gözlerimi, bu sefer yavaşça kalktım bağdaş kurdum oturdum. En sona ben kalmışım ama olsun zaten bir şey demiyorlar ama belli halimden ağlayacak gibiyim. “Çok mu güzeldi ?” dedi hoca. Dedim “ Tarifi yok, çok güzeldi uyanmak istemedim, hatta ağlayabilirim.”

Sadece yüzüme bakıp gülümsedi. Herkesin iyi kötü deneyimini sordu neler hissettiğini falan. Herkesi en çok etkileyen ayna parçalama kısmı… Herkes deşarj olmuş resmen. Tamam kabul ediyorum gerçekten büyük bir rahatlama ama benim için hayalimdeki ailemle olduğum anlar en güzel deneyimdi. Sonra bana döndü… “Neydi seni en çok etkileyen?”

“Beni o ilk aynadan çıkarmamış ve başka bir aynayı parçalatmamış olsaydınız da ben şu an buradaki herkes kadar rahatlamış olacaktım. Öyle güzeldi ki gördüklerim...  yeniden o aynaya dönmek istiyorum” dedim.

“ BİR GÜN HAYALİNİ KURDUĞUN ŞEYİ ELDE EDECEKSİN, AMA BUNUN DEĞERİNİ ANLAMAN İÇİN TAM TERSİNİ DE BİLMEN HİSSETMEN GEREKİR. GÜN GELİRDE O AYNADAN GERÇEKTEN ÇIKMAN GEREKİRSE NE OLACAĞINI GÖRMEN  GEREKİR.  UNUTMAYIN ÖNEMLİ OLAN HAYAL KURMAK YA DA GERÇEKLEŞTİRMEK DEĞİL, ONA TUTUNABİLMEK, DEVAM ETTİREBİLMEK…” dedi.

Derin bir sessizlik…

“Hazırsanız yeniden uzanın lütfen. Yeni meditasyonumuza başlıyoruz.”


GÜL MEDİTASYONU

Coming Soon.